Mansur'un Ene'l-Hak Demesi - (Zuhurâtı Izhârı'l-Vakf-ı Güneş 1.cilt)
MANSUR'UN ENE'L-HAK DEMESİ |
Nitekim, Mansur lâ ilahe illallah demeği o kadar çoğaltmıştı ki, zikri kalpten ruha yetişti ve orada ünsiyyet eserleri peyda oldu ve muhabbet-i ilahiyyeye erişti. Kendi adını, dünyayı, dünyada: olan her şeyi, hasılı Allahu Tealadan gayrı her şeyi unuttu. Zira, zikrullah ile aşka düştü. Aşk alemi, bir nevi sarhoşluk alemidir. Mansur, alem-i aşkta beşeri sıfatlarını mahvetti:
- Sen kimsin? dediler.
- Enel-hak (Ben Hakkım) dedi.
Ayılıp kendisine gelince, yani beşeriyyet alemine dönünce:
- Enel-Hak dedin, dediler.
- Bilmem cevabını verdi.
- Böyle söyledin, dediler.
- Bilmiyorum diye ısrar etti.
Gerçekten de bilemezdi, çünkü adeta sarhoş gibiydi. Malikiler onu yakaladılar ve:
- Tövbe et! dediler.
Tövbe etti amma, onu tuttular, öldürdüler. Talip, zikrullahı o kadar çok eder ve artırır ki, zikrin nuru talibe galip gelir, beşeriyyetligini giderir, kendi ismini ve masivasını unutur ve zikir nurunun galebesinden adı sorulunca, zikrettiğinin adını söyleyiverir.
Bu husus, Bayezid-i Bestamı kuddise sırruha vaki olmuş ve:
- Sübhani men a'zamüşşani! deyivermişti. Oysa, bunu dediği zaman, Bayezid'de beşeriyyet eserlerinden hiç bir şey kalmamıştı. Nitekim, müritleri:
- Niçin böyle dedin? diye sordular. Ol sultan-ül-arifiyn dedi ki:
- O zaman neden bana şer'i icra etmediniz? Madem ki benden böyle bir söz sadir oldu, derhal her biriniz ellerinize birer silah alıp ahkamı şer'iyyeyi yerine getirmeliydiniz. Bayezid-i Bestami tekrar o hale döndü ve kendisinden tekrar:
- Sübhani ma a'zamüşşani, sözleri zuhur etti. Müritleri, hemen ellerine birer kılıç, hançer ne geçtiyse ona vurdular. Bayezid'in bir kılını dahi kesmedi. Tekrar beşeriyet alemine avdet edince:
- O sözü yine söylediniz, dediler.
- Peki, siz ne yaptınız? diye sordu.
- Buyurduğunuz gibi elimize geçirdiğimiz kılıç, hançer vesaire ile vurduk, bir şey olmadı cevabını verdiler. Bayezid, mübarek vücudunu açtı. O kadar darbe indirilmesine rağmen hiç bir eser olmadığını hayretle gördüler. Bayezid-i Bestami:
- Bana bir iğne veriniz, buyurdu. iğneyi verdiler, gövdesine dokunur dokunmaz acıttı ve kan boşaldı. Müritlerine döndü ve şöyle buyurdu:
- Asıl Bayezid budur ki, bir iğnenin acısına dayanamaz. O Sübhani diyen, bu Bayezid değildi!.
Hak Teala, talibin gönlüne nazar eder ve o gönlü kendi marifetine mahal kılar. İşte, o zaman o talibin dilinden Hak söyler. O talibe, marifet hasıl olur, marifetullahtan tahsil edebilmişse, dili ile de söyleyici olur. Şöyle ki; Hz. Musa aleyhisselama da hitab-ı izzetin bir ağaçtan geldiği, ayet-i kerime ile sabittir:
فَلَمَّآ اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰىٓ اِنّ۪يٓ اَنَا۬ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۙ
“Vakta ki, Musa o ateşe vardı. Mübarek kıt'adaki vadinin sağ kenarında bulunan ağaçtan: Ya Musa!, Rabbil-alemiyn olan Allah Benim! diye nida olundu.”[1]
Hitab-ı Rabbani ağaçtan gelir de, insandan gelmez mi? Şeyh Iraki kaddesallahu sırrah-ul âliden beyit:
Güneş vursa ayna gibi bir paslıca demire,
Sorsan ona: «Ben bir demir parçasıyım,» demezdi;
Ben de düşsem zerre gibi güneşe birdenbire,
“Ben güneşim!” demekten hiç kimse men edemezdi.
Evet, bu hiç bir zaman Mansur'un Hak olması demek değildir ki, ene’l-hak diyebilsin. İşte, bunda bir çok talipler yanılmışlardır, bir türlü bu gerçeği anlayamamışlardır. Seyr-i mâallahı, Bir şey ile beraber bulunma zannetmişlerdir. Bunun manası şöyle yorumlanabilir:
Bir kimse, bir damlacık suyu, götürüp denize dökse, ikilik o denizin vahdetinde yok olur, hiç bir suretle birlik olmaz. Zira, deniz denizdir, damla damladır. Ayrılık, bunların ortasında dır, ki bunu ancak ehli bilir. Fakat, o anda deniz cünbüşe gelse de, dalgalansa o zaman irade denizin olur, damlanın olmaz. Ne var ki, damlanın cünbüşü de, hemen cünbüş olur. Bunu böylece anlamağa çalış!
Ben bilmedim ki ben kimem hayretteyim hayretteyim
Hiç ben bana ben diyemem hayretteyim hayretteyim
Gözümdeki kimdir gören gönlümdeki kimdir duran
Kimdir nefes alıp veren hayretteyim hayretteyim
Dilimde kimdir söyleyen kulakta kimdir dinleyen
Kimdir bu idrak eyleyen hayretteyim hayretteyim
Bu adımım kimdir atan ağzımdaki lezzet neden
Bu çiğneyip kimdir yutan hayretteyim hayretteyim
Elimdeki kimdir tutan tuttuğunu geri atan
Kimdir alan kimdir satan hayretteyim hayretteyim
Tenimdeki canım neden gözümdeki kanım neden
Bu dinim imanım neden hayretteyim hayretteyim
Seyyid Nizamoğlu heman her iş Hakkındır tutma güman
Ya bes nedir yahşi yaman hayretteyim hayretteyim
Seyyid Nizamoğlu
Evet, Malikiler Mansur'u tutup öldürdükleri zaman, şu ayet-i kerimeye dayandılar:
وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“İçinizden kim ki, gizli veya aşikar İslam dininden döner de kafir olarak ölürse, iyi amelleri dünyada ve ahirette beyhude olur.”[2]
Yoksa, Mansur bu sözü söylediği zaman sarhoştu. Sarhoşun sözüne ise itibar yoktur. Zira, bir kaç taifenin günahları yazılmaz, kalem onlardan kaldırılır ve onların küfrüne de itibar yoktur:
رُفِعَ الْقَلَمُ عَنْ ثَلَاثٍ عَنِ الصَّبِيِّ حَتّٰى تَحْتَلِمَ وَالْمَجْنُونِ حَتّٰى اٰفَاقَ وَالنّٰۤائِمِ حَتّٰى تَيَقَّظَ
“Şu üç kimseden günah yazılması kaldırılmıştır. Erginlik çağına girinceye kadar çocukların şuur bulup akıllanıncaya kadar delilerin, uyanıncaya kadar uyuyanların.”[3]
Unutarak hata edenler için de:
رُفِعَ الْقَلَمُ عَنْ اِثْنَانِ الْخَطٰۤاءِ وَالنِّسْيَانِ
“Unutkanlıkla ve yanılarak hata edenlerden kalem kal-dırıldı.”[4]
Mansur'un ise, müslüman olduğu, sarhoşluktan ayılınca tövbe etmesiyle sabittir, ki bu husus aşağıda zikrolunacaktır. Şu halde, nasıl düşünülebilir ki, Mansur kafir olsun? Zamanımızın fakihleri, gerek Mansur'u ve gerekse bazı meşayihi küfr ile itham ederek, fasit bir fikir peşine takılmışlardır.
Zikrullaha dair daha bir çok sözler ve haberler vardır. Lisana gelmez ve akılla anlaşılamaz. Bu sözüm sana acayip gelmesin, bu halet aşk-ı mecazide dahi olur. Bir kimse, sevdiğinin adını çokça zikretse, sevgilisinin aşk ve muhabbeti ile kendi adını ve masivasını unutur. O zaman Mansur gibi ona da sorsalar, sevgilisinin adını söyleyiverir. Sözün kısası, ister mecazi isterse hakiki aşk, kişiye galip olunca, gerek kendi ismini ve gerekse başkalarının isimlerini gönlünden çıkarır ve yerine daima zikrettiği sevdiğinin adını koyar. Ondan başka her şeyi ve herkesi unutur. Nitekim, Mecnun ibn-i Kays'a sordular:
- Adın nedir? Dediler. Adım Leyla'dır, dedi. Zira, her nereye baksa kendisine Leyla'dan başka kimse görünmezdi. Gönlü Leyla ile doluydu, dilinde gece - gündüz söylediği Leyla adı idi. Leyla'dan başka kimseyi bilmez ve tanımazdı. Bütün isimleri unutmuştu. Bu acayip bir sırdır. Sadık aşık ona derler ki, dost adından başka bütün adları kalbinden çıkarır.
Bir gün, Mecnun yine sarhoş gibi, deli divane bir halde şehrin içinde Leyla Leyla diye feryat edip gezerdi. Leyla, onun feryadını duydu kalbi mahzun oldu gidip şu miskine kendimi göstereyim dedi gitti mecnunun karşısına durdu mecnun halaLeyla Leyla diye inliyordu kimseyi görecek durumda degildi sızlanarak şehirden çıktı sahrada güneşe karşı bir yere oturdu leylasını anmağa devam etti. Leyla hayret içinde peşinden gitti onun olduğu yere varıp etrafını dolandı kendini göstermek istedi mecnun hiç iltifat etmeyip Leyla Leyla diyerek kendinden geçti baygın halde yattıgı yerde bile bütün azalarından Leyla adı işitiliyordu mecnun ayıkınca Leyla güneşten tarafa önüne durdu Leyla’nın gölgesi üzerine düştü mecnun başını kaldırarak uzun uzun Leyla’nın yüzüne baktı
- Kimsin ne istiyorsun?
- Aşk elinden halin nedir?
- Ne sorarsın halimi git yanıma gelme yoksa sen de yanarsın benim gibi hem sen de kimsin.?
- Beni tanımadın mı? Leyla Leyla diye yanıp tutuştugun işte benim nasıl tanımazsın?
- Var git işine alem bana Leyla oldu gönlüm hep Leyla ile doldu eger sen gerçek Leyla isen bu bendeki Leyla kimdir? İşte Mecnun Leyla’sında fani oldugu gibi Mansur da Mevlasında fani olmuş ki aşıkının isminden gayrisini unutmuştur.
Aşk üç nevidir. İkisinde nefis hevası vardır, zira ihtiyaridir. Birisinde, nefis hevası yoktur, sırf varidat-ı ilahiyyedir.
Ne zaman ki, değirmen oluğundan su gelip, değirmen taşını ihtiyarsız dönderdiği gibi, varidat-ı ilahiyye de aşıkların ve taliplerin gönüllerine dökülünce, ihtiyarsız bu kalıbı dönderir. o aşk halidir ki ateşin içine düşse, yanmaz, su üzerinde yürür batmaz, havaya kalksa kuş gibi uçar ve yere düşmez. Salihlerden bir kişi der ki:
Bir gün, birkaç sofi ile deniz kenarında oturmuş zikrediyorduk. Bunlar, zevke ve şevke geldiler ve sema'a kalktılar. İçlerinden birisi, birdenbire denize doğru yürüdü ve su üzerinde dönmeğe devam etti. Bir çomak atımı yer kadar bizden uzaklaştı. Sonra, döne döne geldi ve sahile çıktı. Sanki bir halı üzerinde yürür gibi suyun üzerinde dönüp durmuş ve ayağı bile ıslanmamıştı. Zikrullah ve sema' bitti, sakinleştiler. Deniz üzerinde dönen o kişiye, yaptığı işi söyledik:
- Benim bundan asla haberim yoktur, cevabını verdi. Yine salihlerden bir zat anlatır:
Bir taife gördüm, zikrullah ederken sema'a girdiler. Sema' vururken havaya kalktılar ve bir zaman da havada sema ettiler. Ayakları, yerden bir adam boyu yukarıda idi.
Bilmiş ol ki; sema' ve vecdi, Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizden de rivayet ederler. Ebu Der'a, bu haberi babasından almış, babası da Mansur'dan, Mansur Ebu Aliyyül-Fadl'dan, Aliyyül-Fadl Said bin Amir'den, Said bin Amir Şaab'tan, Şaab Abdurrahman'dan, Abdurrahman Aziz bin Mühiy'den ve Mühiy, Enes bin Malik rıdvanullahi Teala aleyhim ecma'iynden rivayet etmişlerdir ki:
Bir gün, huzur-u Resulullahta oturuyorduk. Cebrail aleyhisselam geldi:
-Ya Resulallah! Senin ümmetinin fakirleri, zenginlerden 500 yıl önce cennete girseler gerektir, dedi. Sultan-ül-Enbiya aleyhi ve alihi ekmel-üt-tehaya Efendimiz, bu haberi duyunca, saadetle buyurdular:
- İçinizde bir beyt okuyabilen var mı? Bir bedevi hemen doğruldu ve cevap verdi. Ya Resulallah! Ben okurum Efendimiz emritti: Oku bakalım.. Bedevi, şu beyitleri okudu:
Bir ay doğdu bize veda tepesinden beyitine başlayınca arkası çoğa varmadan aleyhissalatü vesselam Efendimiz ayağa kalktılar, ashab-ı kiram da vecde (aşk) gelerek kendilerini takip ettiler. Resul-ü zişan, o kadar hareket etti ki, gözlerinden akan yaşlar elbisesini ıslattı. Mübarek ridası omuzlarından düştü ve nihayet fariğ oldular (sakinleştiğinde) ve herkes yerli yerine oturdular. Muaviye ibn-i Süfyan:
- Ya Resulallah! Ne güzel bir oyun oldu dedi. Resul-ü Zişan aleyhi ve alihi salavatullah-il-Mennan Efendimiz saadetle buyurdular:
- Sevgilisinin ismi yanında anılıpda harekete geçmeyen kerim değildir.
Efendimizin mübarek ridasını getirdiler ve huzurlarına bıraktılar. Almadılar ve şöyle buyurdular:
- Sema'da ve zikrullahta ortaya düşen yaranlarındır. Ashab-ı kiram, o mübarek ridayı parça parçaya ayırarak o mecliste hazır bulunan kişilere teberrüken (hatıra) birer parça dağıttılar. Alanlar kefenlerine koymak için vasiyet ettiler.[5] Zikrullahta semaya kalkmak caiz oluyor.
Şeyhimiz Bilal Baba Hazretlerinden aldığım rivayete göre: Zikrullah çok ateşli hızlandığı zamanlarda ayağa kalkmak ayakta zikrullah yapmak caizdir. Fakat edebine riayet edilmesi lazımdır. Zikrullah halkasının ortasına girip zikrullah yapanlara talim gösterenler var. Bu caiz değil, zikrullah halkasının ortasına girilmek caiz değildir. Zikrullah yaparken halkadan çıkanları geri yerine getirilebilir. Bizde gördükki zikrullah başladı. Kudum çalmaya başladılar. İki kişi kalktılar. Ellerine şiş topuzu aldılar. Birisi bir tarafta birisi de diğer tarafta karşı karşıya zikrullah halkasının ortasına girdiler. Topuzlar ellerinde ayaklar eller makam haline getirdiler. Aldığımız rivayete göre bunlar caiz değildir. Herkes ayağının üstünde olduğu yerde dönmeden zikrullah eder. Yalnız belleriyle inerler kalkarlar. Yalnız bazı kimseler olur ki aşk-ı ilahi tecelli ilahi fazla olunca kendi elinde irade ihtiyari olmayarak çırpınmalar haykırmalar titremeler olabilir. Onu o halde karışmayıp halına bırakmak lazımdır. Bir müddet sonra kendisine gelir.
[1] El-Kasas 28/30
[2] El-Bakara 2/217
[3] Müzekki-n-nüfus s.241 (Osmanlıca baskı), Süneni Beyhakiyyü-l-Kübra c.8.s.41 (Mekke), Deylemi El Firdevsü bi Me’sûru-l-Hıtab c.2.s.277/3285(Beyrut)
[4] Müzekki-n-nüfus s.241(Osmanlıca baskı)
[5] Müzekki-n-nufus s.246(Osmanlıca baskı)